Kamu kurumlarının kapısından içeri adım attığınız anda sizi karşılayan ilk engel genellikle “özel kalem”dir.
Görev tanımında sade ve açık yazsa da – randevu takibi, yazışmalar, evrak akışı, protokol işleri – sahadaki uygulama bambaşka bir tablo çizer. O koltukta oturan kişi, çoğu zaman kurumun sahibi gibi davranır. Müdürün, başkanın, rektörün ya da valinin değil; sanki tahtın gerçek sahibi odur.
İLK SORUYU SORALIM: ÖZEL KALEM MÜDÜRLERİ NE İŞ YAPAR?
Cevap, teoride belli: Amirlerin günlük işlerini kolaylaştırmak, iletişim trafiğini düzenlemek, programları koordine etmek ve kurumun işleyişine katkı sunmak. Ancak pratikte, bu görev tanımı zamanla "kiminle görüşülür, kiminle görüşülmez" kararlarına, "şu gazeteciyi içeri alma", "bu vatandaşa zaman ayırma", "şu telefonlara dönmeyin" gibi direktiflere evrilmiş durumda.
Adı “özel”, ama etkisi “genel”. Kurumun içindeki bütün yollar, özel kalemden geçiyor. Düşünsenize, bir vatandaş, başkana, valiye, müdüre, vb. ulaşmak istiyor, ama önce özel kalemin filtresinden geçmek zorunda. Bir vatandaş bir sorunu iletmek istiyor, ama özel kalem “görüşme imkânı yok” diyor. Oysa görüştürmemek kimin hakkı? Kiminle görüşüleceğine, kimin önemli ya da önemsiz olduğuna karar veren bu makam mı?
Çoğu zaman kurum amiri, dış dünyaya açılan bir pencere değil, özel kalemin ardında duran bir gölgeye dönüşüyor. O gölgenin de şekli, keyfe göre değişiyor.
Ve asıl soru burada beliriyor: Özel kalem müdürleri kendilerini gerçekten bu kadar özel mi görüyorlar?
Ne yazık ki, evet. Bazı özel kalemler, gücü temsil etmekle yetinmiyor; gücün kendisi olduklarına inanıyorlar. Makam odasına giden koridorun kilidini ellerinde tutmanın verdiği o gizli kudretle, herkese yüksekten bakmayı hak görüyorlar. Bir tür küçük bürokratik aristokrasi yaratılmış gibi. Sanki kurumun patronu onlar, amir sadece vitrinde duran bir figür.
Üstelik bu tavır sadece vatandaşa karşı değil. Kurum içindeki personele, basına, hatta zaman zaman bizzat amire karşı da uygulanabiliyor. Kimi zaman o kadar pervasızlaşabiliyorlar ki, kurumun başındaki kişi bile bir görüşme ya da iş takibi için özel kalemden "onay" bekler hale geliyor.
Hâlbuki kamu hizmetinde esas olan kolaylaştırmak, yardımcı olmak, köprü kurmaktır. Özel kalemler, bu amaca hizmet etmelidir. Onlar, geçiş kapısı değil, geçişi kolaylaştıran yapılar olmalıdır. Ama bazen öyle kapılar haline geliyorlar ki, kurumun kendisi bile içeriden dışarıya ses veremez hale geliyor.
İşin ilginç tarafı, bu kibirli tutumun arkasında çoğu zaman geçici bir görev, atanmış bir pozisyon olduğunu unutan bir ruh hali yatıyor. Bugün var, yarın yok. Ama bıraktığı iz, maalesef kurumun itibarında uzun süre kalıyor.
Elbette istisnalar yok değil. İşini ciddiyetle yapan, ulaşılabilir, çözüm odaklı, kibirden uzak özel kalem müdürleri de var. Onlar, sistemin gerçekten ihtiyaç duyduğu personel tipi. Ancak kibirli olanlar sesini daha çok duyuruyor, daha fazla iz bırakıyor.
Sonuç olarak; bu yazı ne bir kişiye ne de tek bir kuruma dair. Bu, her düzeyde yaşanan sistematik bir sorunun ifadesi. Artık özel kalem kadroları gözden geçirilmeli. Görev tanımı netleştirilmeli, sınırları belirlenmeli. Çünkü kamu, kimsenin kişisel oyun alanı değil.
Özellikle de “özel” olanların...